Süveyda Zeynep Güneş – 1995 / İstanbul

Esselamu aleyküm, ben Süveyda Zeynep Güneş. Bir mektup vesilesiyle buradayım.

Cennetten bir parça diyerek isimlendirdiğim Filistin’i, “çevresi mübarek kılınmış olan” El Aksa’yı yavaş yavaş terk ederken duygu ve düşüncelerimizi birbirimizle paylaşmak üzere otobüsün mikrofonunu elime aldığımda söz böyle başlamıştım.

Ufkumda yıllar önce başlamış olan bu yolculukta günün birinde öyle bir durağa denk geldim ki, esasen beni Aksa’ya ulaştıracak nasibi o durakta buldum. Konusu her açıldığında “Allah’ım bizi de kavuştur.”, diye dua ettiğim bu yolculuk için gerçekte nasıl bir hazırlık yapabildiğimi bu cihette duygularımın da ne kadar samimi olduğunu sorguladım. Bu kısa yüzleşme bana sanki yarın Filistin’e ulaşacakmış gibi bir heyecan ve fiili dua için başlayan adımları kazandırdı. Maddi manevi her gerekliliği hesaplarken birçok imkânsızlık da beraberinde geliyordu. Bir sohbetten aklımda kalan “Kudüs Kumbarası’nı duydun mu?” sözü ile bu projenin web adresine ulaştım. Bir sabah, namazdan sonra ufkumdaki Kudüs ile bezediğim mektubumu dualar ile birlikte gönderdim. Yüzlerce başvuru olduğunu bildiğim halde içimde bu mektubun kabul göreceğine dair kuvvetli bir his vardı ve ümidimi diri tutuyordu. Kudüs Kumbarası’nın her paylaşımını saniye itibariyle takip ediyor, gönderilecek olan kafile için oluşturulan kumbara bütçesini adım adım takip ediyordum.  Öte yandan bireysel hazırlıklar yapsam da türlü maniler hedeflediğim ziyaret tarihini ertelememe sebep oluyordu. Kumbaranın dolduğuna dair paylaşım yapılmadan birkaç gün önce başka bir nimetle nasiplendiriliyordum. Sekiz yıl boyunca savaş ile dağlanmış bir başka cennet yurdun, Suriye’nin çocukları için, yüzleri, yürekleri bir parça gülsün diye köy köy, kasaba kasaba gezip şenlik düzenliyorduk. Yirmi beş arkadaştan oluşan bu ekibe de Kudüs Kumbarası’nı ve hiçbir yere sığamayan bekleyişimi anlatıyordum. Hepsi de “merak etme, yakın zamanda kavuşacaksın” diyorlardı. Şenlik süreci bitip İstanbul’a geldiğimiz ikinci gün, telefonuma gelen aramaları kontrol ettiğimde en üstte yer alan ve o anın heyecanıyla kesin “Kudüs Kumbarası’ndandır” dediğim numaraya dönüş yaptım. Telefondaki muhatabım “Kudüs Kumbarası’na yaptığınız başvuru onaylandı.”, dedikten sonra gerekli bilgileri paylaşırken ben birkaç saniye daha duyduğum cümleyi teyit etmek üzere sorular sordum. Bu mektupların neredeyse her birinin imzası olma özelliği taşıyan “Kudüs’e ilk yolculuk gidiştir, diğerleri ise dönüştür”, cümlesinde vurgulanan gidişimi müjdeleyen bu telefon eminim hayatımın hiçbir raddesinde aklımdan silinmeyecek.

Filistin’e ve Aksa’ya kavuştuğumuz üç günü, beş duyunun farklı vazifeleri gibi, birbirinden farklı lezzetlerle yansıtacak mercekleri satırlarca yazsam dahi nihayete erdiremem. Burada bir sonraki yolculuğun mimarı ve müjdelenenleri olacak olan kardeşlerime aktarabileceğim yegâne şey şu ki, ben bu mektubu yazdığım sabah, Aksa’nın avlusunda:

“Müslümanlar nerede! Her neredeyseniz koşun ve buraya gelin. Peygamberin emanetini ayakları altında çiğniyorlar!”, diye feryat eden bir hanımefendinin çağrısının şahit olmuştum. Esasen bu çağrıyı, tam anlamıyla yerinde müşahede edememek, bu mektubu yazmadan ve bu yol haritasını çizmeden önce daima eksik kalan adımlarım gibi idrakımızı daima bir parça uzak kılar.

Üç günlük dünya motifindeki anlam gibi sadece üç gün süren bu doyumsuz lezzetteki yolculuk, içinde hicran, pişmanlık, umut, vuslat, hasret, kararlılık iç içe geçmiş halde iken bize eşlik eden hocamıza şu soruyu sormama ve her şeyi özetleyen o cevabı almama vesile oldu:

Hocam, sahiden bu kadar mıydı?
Beytülmakdis’te, Yafa’da, Eriha’da, El Halil’de üç gün geçti mi?
Bitti mi?
Hayır, hayır bitmedi, daha yeni başlıyor…

Eve dönüp bana kalan hasreti ve yeni sorumlulukları teker teker içime sindirirken Kubbet’üs Sahra’nın önünde çekilmiş olan bir fotoğrafımı paylaştım ve altına şu notu düştüm:

“Hicaz’ın rayları gibi nahifçe ve titizlikle ufukta döşenir bu halin yolları. Ne rüya Allah’ım, ne yük, ne karmaşa peşinde. Hakkını verip de hür yüzüne kavuşana dek hasret çek dur şimdi…”