Mevlüt Sami Ertem – 1996 / Niğde

Kudüs’e gitmek yıllarca hayalimdeydi.

Ama bir türlü nasip olmamıştı. Başvurular başladığında Kudüs’ün hayalini düşünerek formu doldurmuştum. Formu göndermiştim ama hayatımda o heyecanı bir defa daha zor yaşarım gibi geliyordu. Sonuçlar açıklandıktan sonra formu gönderdiğimde yaşadığım heyecanın kat kat fazlası üzerime yük olarak binmişti. Ağır bir sorumluluktu. Kudüs’e gidecektim. Bir o kadar heyecanlıydım ve bir o kadar da ağırlık vardı sanki üzerimde. Gönül abla da aradığında aynı şeyleri söylemiş: “Ümmetin sorumluluğunu atıyorum üstünüze” demişti. Günler birbirini kovaladı. Günler sanki aylar gibi geçiyordu ve vuslat vakti yaklaşıyordu. O heyecanla “Kudüs Seferi’mizin” başlayacağı güne kavuşmuştuk.

İlk olarak Yafa(Tel Aviv) şehrine gidip Mahmudiye Külliyesi’nde namazımızı kılmıştık. Etrafında vakfiyeler İsrail tarafından barlara çevrilmişti. Sonra düşündüm. Düşündükçe içim yanıyordu. Çünkü Ortaköy Cami’nin buradan bir farkı yoktu. Ruh halim şunu hissediyordu: “Kudüs’ün kurtuluşu bizim kurtuluşumuza bağlıydı.” Ağır düşüncelerle Kudüs yoluna koyulmuştuk. Her taraf yemyeşildi. “Etrafını bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa” ayetini yaşıyordum karşımda capcanlı bir şekilde. Hz. Ömer’in Kudüs’ü gördüğünde tekbir getirdiği “Tekbir Tepesi’ne” kadar bu düşüncelerden sıyrılamamıştım. Hz. Ömer’in sünneti gereği ben de tekbir getirmeye başladım. Duvarların arasından geçiyorduk. Utanç duvarlarının. Duvarların arasında getirdiğim tekbirden utandım. Bir an sessizlik yaşadım. O sessizlikle Kudüs’e ulaştık. Vuslata dakikalar kalmıştı. Dakikalar saatler gibi geçiyordu. Ve Mescid-i Aksa’nın kapısına gelmiştik. İsrail askerleri pasaportumuzu ve çantalarımızı kontrol etti. Yaşadığımızın heyecanın üstüne hüzün bürünmüştü. Bu karmaşık duygular içerisinde vuslata kavuşmuştuk. En başında ifade ettiğim gibi “Kudüs’ü ziyaret etmek yıllardır hayalimdeydi.” Hayalim; hedefim ve nihayetinde ise Rabbime hamdolsun Mescid-i Aksa menzilim olarak karşımda duruyordu. Mescid-i Aksa’nın avlusundan girince kendimi işin en başında hissettim. Sanki her şey hayal gibiydi. “Bir fotoğrafa mı bakıyorum yoksa rüyada mıyım” hissiyatından neyin ne olduğunun farkına varamadım. Bedenim Mescid-i Aksa topraklarında olmasına rağmen, ruhum Mehmet Akif İnan’ın “Mescid-i Aksa’yı gördüm düşümde” ifadesinin içerisinde gibiydi. Telefonu elime alıp fotoğraf çekmekle dahi meşgul olamadım. Oranın havasını hiçbir saniyeyi heba etmeden solumak istiyordum. Mescid-i Aksa’nın toprağını elime aldığımda yaşadığım hissi tarif dahi edemem. Dualarımızı ettik, akşam namazımızı kıldık. Oradaki abilerle, çocuklarla konuştuk, muhabbet ettik. Hepsi dil birliği etmişçesine bizleri çok sevdiğini ve selam götürmemizi istiyordu. Yani Türkiye’yi umut olarak görüyorlardı. Bu ilk etapta hissiyatımı okşasa da Türkiye’de çoğumuzun Kudüs davasından haberdar dahi olmadığımız gerçeğini düşündükçe üzerimizde olan sorumluluğun ağırlığı yüzlerce kat kendini daha fazla hissettirdi. Türkiye’yi her şeyin normal seyrinde gittiği, adeta İslam Devleti gibi görüyorlardı. Bu şekilde umut bağlayıp umutların sahiplerini arkada bırakmak o umutlara ihanet olurdu. Türkiye’de, Türkiye için daha fazla çalışmalıydık ki önce umutlarına layık olabilmeliydik. Bu hissiyatlarla yatsı namazını kıldık. O namazı nasıl kıldım gerçekten hatırlamıyorum. Geceyi burada geçirmek istiyordum ama Mescid-i Aksa yatsıdan sonra kapatılıyordu Türkiye’deki tüm camiler gibi. Kudüs’ün sokaklarında dolaşmak istedim ama o yüklenen ağır yükün altında ezildiğim için hem ruhum hem bedenim bunun düşüncesine dahi cesaret edemedi.

Zeytin Dağı, adeta hayalet şehir olan Filistin yönetimine bağlı Eriha ve Lut Gölü yolunun her metresinde bir peygamberin izi vardı. Kuran’dan bir ayet belki tam geçtiğimiz yerde yaşanmıştı. Bu insana heyecan veriyordu. Kur’an’dan buralarda yaşanan ayetleri aramaya başlamıştım. Ayetlerin yaşandığı yerde o ayetleri okuyup hissetmeye çalışıyordunuz. Tarifi imkansız bir şey. Dikkatimi çeken bir başka husus ise Kudüs’te Selman-ı Farisi’nin makamının olmasıydı. Selahattin Eyyübi tarafından Zeytin Dağı’na kurulmuştu. Acaba bu makam neden buradaydı. Düşünmeden edememiştim. Kudüs tarih boyunca baktığımızda hep ırkçılığa, mezhepçiliğe, meşrepçiliğe kurban edilmişti. Selman-ı Farisi, kendisine “İbn-ül İslam” diyordu. Adeta sizin övüncünüz kavminizde, ırkınızda, meşrebinizde ya da fırkanızda değil Müslüman olmanızda diye haykırıyor gibiydi. Zeytin Dağı’ndan Kudüs’e; Kudüs’ten tüm İslam alemine sanki bu mesaj yankılanıyordu.

El-Halil şehrindeki Halil-ur Rahman Cami, Filistin’de olan zulmü özetler nitelikteydi. Pasaportlarımız kontrol edildikten sonra X-ray cihazından geçerek Cami’ye girebiliyorduk. 4 peygamberin kabri burada bulunuyordu. Bu caminin yalnızca üçte biri mescid idi. Üçte biri Sinagog, kalan üçte biri ise İsrail Polis Merkeziydi. İsrailoğulları’nın tarihte peygamberlerine yaptığı ihanetleri sanki biz de bu mescitte meskun olan peygamberlerimize yapıyorduk. Kudüs’ü seviyor muyduk? Gerçekten seviyor muyduk? Tarihte Kudüs’ün hakimiyeti her zaman Kudüs’ü daha çok sevene nasip olmuştu. Tevrat’ta bir ayet var: “Ey Kudüs eğer unutursam seni, iki elim hünerini kaybetsin.” Yahudiler, bu ayet ile çocuklarını büyütüyorlar. Bu ayeti her gün okuyorlar. Biz de diyor muyuz her gün: “Ey Kudüs eğer unutursam seni Allah da unutsun beni.” Utanıyordum. Herkes gözü yaşlı bir şekilde dışardaydı. Dışardaki manzara daha çok üzücüydü çünkü Caminin üstünde İsrail bayrağı asılıydı. Bayrağın üstündeki güneş ise bana şunu düşündürdü: “Vallahi bir gün bu güneş tüm bu gördüklerimin üzerine İslam güneşi olarak doğacaktı.” Hemen akabinde ise şu duada bulundum: “Rabbim bize bunu inandırsın ve bu konuda tevekkülümüzü kuvvetlendirsin

Kudüs’te Mescid-i Aksa’nın surlarının dibinde meskun olan Kudüs’ün ilk valisi Ubade b. Samit’i(ra) ilk ziyaret edilmesi gereken biri olmalıydı çünkü onlar(r. anhum) yolumuzu kaybettiğimizde yol gösteren yıldızlar, heyecanımızı yitirdiğimizde heyecan aşılayan rehberlerdi. Ubade b. Samit, Mescid-i Aksa’nın surlarının dibinde şu mesajı aleme haykırıyordu: “Kuran, kaynağın; Sünnet, ırmağın; cihad, arzun olursa korkma Kudüs senindir.” Çünkü onun azığı Kuran’dı, sünnetti ve en büyük arzusu da cihattı.

Cuma günü son günümüzdü. Cuma namazı bayram şenliği gibi geçmişti ve tekrar Türkiye’ye dönme zamanı yaklaşıyordu. Veda etmedik. Geri döneceğimize söz vererek dönüyorduk. Kudüs seferimiz asıl şimdi başlıyordu.

Bu duyguları aktarırken Kudüs’e gitmemize vesile olanlar, bize ağır bir sorumluluk vermiş olduklarına rağmen; her birinize Kudüs davasının farkında olduğumuzun çok daha üstünde bir dava olduğunu gösterdiğiniz için dua ediyorum. Onları asla yalnız bırakmayın. Daha önce gidemediğim her saniye için kendime kızmıştım.

Çünkü Kudüs davasından; her genç, her anne, her baba, her mühendis, her ilahiyatçı, her tüccar..; kendi sorumluluğunu bilip Kudüs davasının farkında olmalıydı.