Bismillahirrahmanirrahim.
Uzun zamandır, çok uzun zamandır tanırız biz Kudüs’ü. Haberlerden, çocukların gözyaşlarından, atılan taş ve özgürlük naralarından. 1917’den beri süregelen bir hasretin, yoksunluğun adıdır bizde Kudüs. İngiliz General Edmund Allenby şehri teslim aldığından beri, her bir köşesinde imzamız olan bu kutlu ve bereketli şehri ne unutabildik ne de ona doğru güçlü adımlar atabildik.
İş böyle olunca, zulüm hiç dinmeyecek gibi kendini gösterdikçe; slogan atmanın ne kadar kolay, gerçeklerin ise ne kadar zor olduğunu da yavaş yavaş anlamaya başladık. Düşmanımızı tanımıyorduk, tanıdığımızı sandığımız şehri tanımıyorduk ve belki bunların hepsinden öte, biz kendimizi de tanımıyorduk. Birinci Dünya Savaşı’nda cephe cephe varlık mücadelesi verirken, Kudüs’ün de en kıymetli varlıklarımızdan olduğu gerçeği, aradan geçen yüz yıl içinde ne kadar da çabuk unutulmuştu? Gücünü kaybeden bir toplum, hafızasını da aynı hızla kaybedebiliyordu.
İşte biz 2018’in Kasım ayında, Türkiye’nin dört bir yanından seçilmiş on kişi ile, “önce tanımak ve anlamak” diyebileceğim bir yolculuğa çıktık. Kudüs’e gittik, okuduklarımızı görmüş, gördüklerimizi anlamış olduk.
İşgal kelime manasıyla “başkasının elinde bulunan bir toprağı, bir yeri ele geçirme”kti. 700 km’yi aşan duvarları gördüğümüzde işgalin sertliği yüzümüze çarptı. Özgür topraklarda doğup büyüyenlerin görmeden anlamayacağı şeylere vakıf olduk. İnsanın onuruna dokunan, buz gibi şeyler.
Sonra lafla peynir gemisinin yürümeyeceğine şahitlik ettik. Belki de yaşamımızın kalanında bizleri en güzel biçimde etkileyecek olan da buydu. Kendisi için, memleketi için dürüstçe bir çalışkanlığı olmayanın değil Kudüs’e, kendi sokağına bile faydası olamazdı. Rehberimiz Yusuf Bey bu hakikati bir küçük hikâye ile aklımıza kazımış oldu: “Hz. Ömer’in fethinden sonra tekrar Haçlıların eline geçen Kudüs, mahzun bir dönem geçiriyordu. O dönemde yakın coğrafyada yaşayan bir marangoz, bir minber yapıyor. Soranlara, minberi Mescid-i Aksa için yaptığını söylüyor söylemesine ancak onunla dalga geçiyorlar: ‘Kudüs esaret altında. Bu minberi oraya kim götürecek. Marangoz’un cevabı ise geçen yüzyıllara rağmen güncelliğini koruyor: ‘Ben marangozum. Benim işim minber yapmak. Ben üstüme düşeni yapıp minberi yapacağım. Elbette Allah-u Teala onu oraya götürecek bir yiğit gönderecektir.’
Oralara gitme imkanını bizlere sağlayan Kudüs Kumbarası, kolaycılığa kaçmadan elinden geleni ortaya koyanların oluşturduğu bir güzel organizasyon. Beş lirası olanın da beş yüz lirası olanın da bu güzellikte emeği var.
Büyük küçük demeyip elini taşın altına koyanlara, “marangozluğa” devam edenlere aşk olsun.