“Kudüs… Ey Kudüs!” Hemen her Müslüman gencin hayallerini süsleyen şehir… Hayalimdi, ben de bir gün oraya gideceğim, diyordum; gidecek ve Aksâ mücahitlerinin yalnız olmadığını ben de haykıracaktım işgalin karanlık yüzüne. Allah’ın (cc) yeryüzünde mukaddes kıldığı üç araziden birinde kanlı Yahudi çizmelerinin adımlaması kadar başka ne yakabilirdi canımızı? Haremeyn-i Şerifeyn özgür belki ama ya Mescid-i Aksâ? Aksâ sessiz, Kudüs dilsiz… Konuşsa kim duyacaktı ki? Bu yüzden, sesini duyurmaya niyet edenlerden oldum yıllardan beri. “Susma Kudüs, niye susuyorsun? Niye dudakların, sur kapıları gibi sımsıkı kapalı?” Bak buradayız şimdi Kudüs Kumbarası olarak. İşte seni bekliyor gençlik, sen gençliği bekliyorsun… Yalnız kumbara ekibini temsil etmiyor elbette şu beş kişi, gönlü ve aklı burada olan alem-i İslâm’ın gençleridir sana bakan bu yaşlı gözlerin sahibi…
Başa dönelim: Bir perşembe gecesi kitabımı okuyup çayımı yudumlarken geç saatlere doğru rehberimde kayıtlı olmayan bir numaradan mesaj geldi. “Kudüs Kumbarası için rahatsız ediyorum, müsait misin?” yazıyordu. Böyle güzel bir haberin rahatsızlığı olur muydu hiç? Telefonlaştık, o kutlu haberi aldım: “Ben Gönül Ayyıldız, pasaportun tamamsa bu pazartesi Kudüs’e gidebilirsin!” Sevincim tarif edilemezdi ama bir yandan da üzülmüştüm. Sebebi ise başvurduğum pasaportun henüz elime ulaşmamış olmasıydı. Bir hayli çabaladık 2 gün boyunca lakin yetiştiremedik yine de. Vardır bir hayır, deyip bir sonraki tura niyetlendik. 2-3 hafta sonra Gönül Hanımdan pasaportumun gelip gelmediğini soran bir mesaj alınca, şimdi vaktin geldiğini anladım. Çünkü pasaportumu da daha 10 dakika önce elime almıştım. “Evet, yeni geldi üstelik.” dedim. Ardından gelen cevap şuydu, “Hadi hazırlan!” Sadece bu iki kelimenin verdiği heyecan, yüzlerce kelimeyle bile temin edilemez desem yeridir.
Hayatımın en hızlı dört günü geçti Beytülmakdis’te. Harika zamanlar hep çabuk geçermiş. Değil 4, 40 gün dahi kalsak yetmeyecekti aslında. Ribat için koyulduk yola tabii. O da ayrı bir heyecandı. Kudüs Kumbarası projesi ve onu destekleyenler de aynı amaçla biz gençleri gönderiyordu zaten. (Bu emeklerin karşılığını verebilmek için elimizden geleni yaptık, yapacağız inşaallah.)
Nice dostluklar kurduk Kudüs’te başlayan. Filistinli gençlerin Türk olduğumuzu anlayınca yanımıza koşarak gelmeleri, ikramda bulunmaları, Osmanlı’ya olan hasretlerini anlatmaları buruk bir saadetti her şeyin yanı sıra. Gerçi okuyorduk bunları ama yaşamak bir başka oluyormuş. Mesela gecenin 10’unda sehven bir evin avlusuna girdik. Ev sahibi çocuklar içeriden bizi görünce ellerinde mırralarla (acı kahve) avluya koştular ikram etmek için. Türkiye’den geldiğimizi duyan bütün Müslümanların gözleri ışık saçıyordu sanki. Dolayısıyla Türkiye’nin beklenen olduğunu, ülkemizde bu şuuru iyice yerleştirmemiz ve yaymamız gerektiğini daha iyi anladım.
Mescid-i Aksa’ya son kez (dilerim son olmaz), tek kelime dahi etmeden uzun uzun baktığımız veda günü, ilk üç günün güneşli havasına mukabil epey yağmurluydu. Kudüs ile kalplerimiz arasındaki görünmez yolun habercisi miydi yoksa bu düşenler? Bulutlar o yoldaki ağaç, damlalar da meyvesi miydi? Evet, bunlar veda gözyaşlarının ta kendisiydi. Bizim yerimize ağlamak için gelmişlerdi. Filistin’in bulutları bile misafirperver, siz durun biz ağlayalım, demişlerdi.
Peki, içimize oturan taşı kim kaldıracaktı?
Ey Kudüs, vay Kudüs, ey vay Kudüs…