Hüseyin Bircan – 1995 / Aydın

Eskiden Türk hacıları Hacca giderken yol üstünde Konya, Halep, Şam ve Kudüs gibi önemli şehirleri ziyaret ederlermiş̧. Ben onların yolculuk hikâyelerini dinlerken yaşadıkları maceraya ve beraberindeki tecrübeye imrenirdim. Benzer bir yolculuğu hayal ederdim hep. Ama girdiğimiz bu devirde yolların güvensizleşmesi ve tatillerin kısalmasıyla açıkçası bu tarz bir yolculuk imkansızlaştı. Oysa böyle bir yolculuk hiç olmazsa seyyahın birçok kültür tanımasına imkan sağlıyordu. Türk halkı hala Hacc görevini ciddiye alıyor ama hiçbir zaman o zamanların hacıları gibi dolu dolu dönmüyorlar.

Bu hac istikametinde doğrusu gönlümde en büyük yer kaplayan durak Kudüs’tü. En azından bir gün Mekke’ye gitmeden muhakkak Kudüs’e gitmeyi düşünüyordum. Bunun için de birkaç yıldır şartların olgunlaşmasını bekliyordum. Bu konuda “Kudüs Kumbarası” benim için büyük bir sürpriz ve hediye oldu, zira gezi aynı zamanda doğum günüme denk geldi.

Seyahate dört kişi çıkacaktık. Yolculuk sabahı Sabiha Gökçen’de buluştuk ve ilk defa yüz yüze görüştük. Dördümüzün yüzünde benzer heyecanlar okunuyordu. Hiçbirimiz bir önceki gece uyumamıştık. Belli ki telaşlıydık da.

Kapıya gelip uçağın saatinin gelmesini beklerken Türkiye’den bir dostumuzla denk geldik. Kudüs’e üçüncü gidişiymiş. Oturup biraz sohbet ettikten sonra ayakkabısının yırtık olduğunu gördüm. O zaman yıllardır şartların el vermesi için beklememin yalnız bir bahane olduğunu anladım.

Kudüs biz Türkler için çok önemli bir mekan olsa da gideceğimi duyan herkes genelde beni benzer bahanelerle vazgeçirmeye çalışıyordu. “Orası çok tehlikeli, dikkat et” diyordu. Bir anda kendimin ve çevremdekilerin nasıl da Kudüs’ten vazgeçirildiğimizi gördüm. Bunu dış güçler mi yaptı yoksa biz bilmeden mi bu hale geldik yorum yapamam ama daha Kudüs’e gitmeden ne kadar çok önyargılarla yüklü olduğumu anladım.

Kudüs’e gitmeden önce muhakkak ön hazırlık yapıyorsunuz. O bilgilerle İsrail devletine ister istemez bileniyorsunuz. Yalnız Tel Aviv havaalanına gelince kuzu kesilip Yahudi görevlilerin gözünün içine bakıyorsunuz. Oraya gelene kadar kendinizi ne kadar haklı görüyorsunuz, orada ise ne kadar mahcup ve haksız kalıyorsunuz anlatamam. Bir şekilde geçtik kontrolden ama girişte öyle yalanlar attık ki. En başta Allah’ın rızası için orada olmamıza rağmen turist olduğumuzu kanıtlamaya çalıştık. Diğer dinler hakkında ne kadar meraklı ve ilgili olduğumuzu gösterdik.

Neyse ki bütün bu olumsuzluklara rağmen nazlı Kudüs’e vardık. Kudüs’ün asayişi Yahudilerin elinde. Mescid-i Aksa’ya bile girerken Yahudi polisler kontrol ediyor. Bu sebeple Kudüs çok hüzünlü. Ama yine de bizi bağrına bastı.

Biz gelir gelmez Mervan Mescidine yerleştik. Orada her yerden gelen Müslümanlar konaklıyordu. Biz de kendimize en uçta bir yer bulup yerleştik. Bundan böyle orada kalacaktık. Eşyalarımız sabah akşam orada başı boş kaldı. Namaz vaktinde eşyalarımızı biraz köşeye taşıyorlardı onun dışında eşyalarımıza el sürülmedi.

Yanımızda sadece el bagajıyla gittik. İmkanlarımız gerçekten kısıtlıydı ve yanımıza alacaklarımızı çok doğru seçmemiz gerekiyordu. Çok şükür hiçbir eksiklik yaşamadık ama diğer Mescid-i Aksa’da kalanlar gibi hazırlıklı da değildik. Bizle birlikte mescitte yatanlar genelde yanlarında yatak döşek getirmişlerdi. Ben ilk gece üstümü yanımda olan eşyalarla örtmeye çalıştım. Ceketim, seccadem bir şekilde yetti. Fakat bizi bu halde görenlerin yüreği dayanamadı belli ki sabah uyandığımızda arkadaşımın üzerini battaniyeyle örtmüşlerdi, benimse üzerime yanımda yatan amca sarığını örtmüştü.

Böyle bir ortamda ilk sahurumda düştüğüm telaşı hatırladıkça gülüyorum çünkü ilk sahura ezana on beş dakika kala uyandım. Teheccüd namazından sonra Kıble Mescidinde uyumuştum. Uyandığımda telaşla avluya koşarak dağıtılan sahurluklara baktım. Aklımda “en kötü su içerek oruç tutarım” fikri vardı. Ama hayatımda en çok yediğim sahur oldu o gece. İlk başta bir sofraya çekti beni biri kolumdan. Sonra ayakta yürürken elime sürekli bir şeyler tutuşturuluyordu. Ben de israf olmasın diye her şeyi yedim. Sabah namazına durduğumda iftar sonrası akşam namazı kılan tipik türk erkeği gibi hissediyordum kendimi. Karnım ziyadesiyle şişmişti.

Ertesi gün en uzun ikinci günümüzdü. Aynı zamanda o gün Cumaydı ve Mescid-i Aksa’yı en kalabalık gördüğüm gündü. Cuma namazından sonra Kudüs’te geçireceğimiz ilk tam gün olduğundan vaktimizin çoğunu gezerek geçirdik.İlk başta Mescid-i Aksa’yı tam manasıyla gezdik. Sonra Kudüs’ün dar sokaklarından Aslanlı kapıya çıktık. Oradan Zeytin Dağına yürüyerek üç gün daha geçireceğimiz Mescidi Aksa’ya baktık doya doya.

Ertesi gün ise dağıtılması için teslim aldığımız yardımları kapı kapı teslim etmeye başladık. Bu konuda bize yardım edip sadakaları vereceğimiz evleri gösteren kişiler bu konuda çok titizdi ve teslim ettiğimiz yardımın doğru kişiye ulaştığından şüphe etmememiz için ellerinden geldiği kadar bilgi veriyorlardı. Bu yüzden Kudüs’e bizimle birlikte yardım gönderenlerin gönüllerini hoş tutmasını temin ederim.

Ev ev dolaşıp yardım götürmek tabi bizi yine de gezmekten alıkoymadı. Gündüz olmazsa gece çıktık. Yahudi mahallelerini, Rum mahallerini ve Ermeni mahallelerini adımladık. Onları da tanımaya, anlamaya özen gösterdik. Bu konuda şu bilinmeli ki Kudüs gerçekten herkes için çok değerli, bu yüzden oranın sakinleri sakin kalamıyorlar. Hep bir yarış içindeler. Kudüs kimin için daha değerli olduğunu yaşayışlarıyla göstermeye çalışıyorlar. Herkes kendi ideolojisini en doğru şekilde yaşamaya özen gösteriyor. Tüm kültürler üzerine ciddi propagandalar yapılıyor. Bütün aşırı uçlar bir arada yaşıyor. Adı Barış şehri olmasından dolayı belki de ayrı bir özen söz konusu. Bilhassa dikkat ettim, öyle hiçbir grup başka kültürün içinde aşağılanmıyor.

Daha önemlisi oraya varan her kim olursa (Müslüman, Yahudi, Hristiyan) ayrı bir şuur kazanıyor ve o şuurla bir süre yaşamaya devam ediyor. Ben bu şuura “Kudüs şuuru” dedim. Bir süreliğine sizi bambaşka bir insan yapabiliyor. Hangi tarafa aitseniz oranın bilinci, erdemi ve duyguları size de sirayet ediyor. Arap düşmanını Müslümanı bir hafta Mescid-i Aksa’da bıraksanız tam bir ümmetçi olur çıkar yani, öyle bir şuur.

 

Ben farklı bir insan olarak günlerimi geçirmeye devam ettim. Her iftar ve her sahur için birkaç farklı yerden teklifler alıyorduk. Evine konuk olduklarımız bizi ertesi gün de çağırıyordu. Zaten ikinci günün akşamında ikinci iftarımızı konuk olarak yaptıktan sonra bir daha hiç yalnız başımıza kalmadık. Bizi Filistin’in görmediğimiz şehirlerinde gezdirmeyi teklif edenler bile oldu. Bir dahaki sefer için sözler aldık, sözler verdik. Su gibi akıp geçti günler.

Son gün Kadir gecesi olduğu için ayrı bir heyecanımız vardı. Doğum günüm de o güne denk gelince hiç uyuyasım gelmemişti. Hiçbir zaman unutamayacağım bir doğum günü geçirdim. Özel bir şey yapmasakta o gün içten içe özel olduğunu hissettiriyordu. Üflenmeyi bekleyen parıl parıl parlayan mumlarıyla büyükçe, süslü bir pasta yoktu. İyi ki doğdun diyen ailem ve yakınlarım yoktu yanımda. Yine de pırıl pırıl gökyüzünün altında “iyi ki doğdum ve bugünleri gördüm” diye düşünüyordum.

Güneşin doğuşunu gördüm o gün. Sabah tekrar Zeytin Dağına çıktık ve veda edeceğim Nazlı Kudüs’e tekrar baktım. Artık uzaktan bakınca her şey daha anlamlıydı. Her küçük noktada ayrı ayrı hatıralar bırakıyordum. Onları tekrar geri dönüp toplamak üzere Kudüs’e veda ettim.