M. Eren Yıldız – 2002 / Bursa

Ramazan bayramı arifesiydi Gönül Abla beni aradığında. “Kudüse gitmek üzere seçtiğimiz öğrencilerin arasında sende varsın, 6-10 Haziran tarihleri arasında müsait misin?” diye sormuştu. Yıllardır hasretini çektiğim Kudüs’e kavuşmama sadece 1 ay kalmıştı. Çifte bayram yaşamıştım.

Vakit git gide yaklaşmıştı. Yolculuğa beş gün kala vizelerimiz açıklandı. Reddedilmişti vizem. Kudüs’e gidemeyecek, gönlümdeki ateşi demleyemeyecektim. Bu imtihan gönlümü oldukça yıpratmıştı. Gönül Abla bir dahakine seni ekleriz, hakkın duruyor dedi ama bir sefer vizem reddedildiyse gene reddedilir diye düşündüm. Kudüs’e giden kardeşlerim Kudüs’e tekrar gitmek üzere geri döndüklerinde bende bir mektup yazmış, gönlümdeki ateşten bahsetmiştim…

Aradan aylar geçmişti, Kudüs hakkında online programlar düzenlemiş, canlı yayınlar yapmıştık. Bu davayı, sevdayı her sineye nakşetmek gerektiğinin şuuruna varmıştım.

12 Aralık’ta Gönül Abla tekrar mesaj attı. “30 Aralık’ta bir sefer var, seni ona dahil edelim mi?” diye sordu. Rabbimin beklettikçe güzelleştirdiğinin bir kez daha şahidi olmuştum. Oraya murabıt niyetiyle gidecektim. Sabırsızlıkla vizelerin açıklanmasını ekledim ve yolculuk tarihinden birkaç gün önce onaylandığı bilgisi geldi.

Bugüneymiş nasibim dedim, Rabbim daha hayırlısını nasip eylemek için vizeyi sebep kılarak gitmemi engellemişti. Daha güzeli için, gönlümdeki ateşin daha da alevlenmesi için bekletmişti. Elhamdülillah…

Nihayet uçaktan inmiş, bizi almaya gelen otobüs ile zeytin dağına doğru yola çıktık. Kudüs’ün havası bile bambaşkaydı. Yolları dahi sadra şifa, ruha dinginlik veriyordu. Zeytin dağına vardık. Hep resimlerini gördüğüm Kubbet’ü’s-Sahra tüm heybeti ile karşımızdaydı. Gözlerim şereflenmiş, yaşlarıma hâkim olamamıştım.

Daha sonra Mescid-i Aksâ’ya doğru yola çıktık. Kapılarında çakal sürüleri bekliyordu. Aksa ise bomboş ve garîb idi. “Nerede Müslümanlar, beni kimlerin eline bıraktınız?” diyordu. İşte o an gönlümdeki ateş demini almış, ne yapmam gerektiğinin şuuruna ermiştim. Gönül ablanın dediği gibi “Kudüs’e en büyük iyilik oraya gitmektir.”

Türk olduğumuzu anlayan herkes boynumuza sarılıyor, Allah’a hamd edip dualar ediyordu. “İslam’ın aslanlarını bekliyoruz, gelin; gelin ve aksaya sahip çıkın. Vurun, canımız size feda olsun, yeter ki Aksaya sahip çıkın. Buralar sizin, dedeniz Osmanlının toprakları. Ananızın ak sütü gibi helaldir. Siz burada olduğunuz zaman Aksa’ya bir şey yapamıyorlar.” diyorlardı.

“Ya Rab bizi Kudüs’ün fethine muktedir kıl ve beni onun yolunda şehit olanlardan eyle..”

Kinim iyice artmıştı. Aksa’nın etrafını sarmış o çakalların ciğerlerini sökeceğimiz günün elbet bir gün geleceğini biliyor, Müslümanlara ait olanı geri alacağımız günün hayaliyle kuvvet buluyordum.

Ayrılık vakti gelmişti. Doyamamıştım. Kabullenememiştim.. Kumbara ekibinden bir dostum şöyle demişti “Nice padişaha bile görmek nasip olmadı…” Kudüs gerçekten nasip işiydi…

Aksâ’nın garîbliğini hissettim kendi üzerimde. O garîbse ben de garîbtim, garîb olmalıydım… Kudüs’ü iliklerimde hissetmeli, damarlarımda gezdirmeliydim. Kudüs ile görmeli, Kudüs ile yürümeli, Kudüs ile nefes almalıydım. Rüyalarım Kudüs olmalıydı. Hayallerim kudüs, hedeflerim kudüs olmalıydı. Mahremim, namahremin ayaklarının altında ezilirken rahat uyuyamazdım, uyuyamazdık, uyumamalıydık… Üç kuruşluk meselelerin adamı olmamalıydık…

Mektubumu bitirirken şunları söylemek istiyorum:

Zenginlik isteyen Aksâ’yı sahiplensin. Makam ve şeref isteyen Aksâ’yı dert edinsin. Huzur isteyen Aksâ’da bir gencin tebessümüne vesile olsun…