بسم اله الرحمان الرحيم
Öncelikle bu mektubu yazabildiğim için kendimi çok şanslı hissediyorum çünkü benim Kudüs’e gidişim tevafuklarla doluydu. Benim Mescid-i Aksâ’ya kavuşmam, lisede bize Kudüs sevgisi aşılayan öğretmenimin, Kudüs Kumbarası projesinden bahsetmesi vesilesi ile oldu.
Her adımın belki de peygamber izine, sahâbe adımına karıştığı kutsal bir belde..
Orada tanıştığım murabıt amcalardan biri Mescid-i Aksâ hakkında şöyle söyledi. “Mekke, Medine ve Mescid-i Aksâ bizim üç kutsal yerimiz. Hepsinin gönlümüzde ayrı bir yeri var ama şöyle bir örnek veriyim: Bir anne 3 çocuğuna aynı şefkati, aynı ilgiyi, aynı sevgiyi besler ve gösterir. Evlatları arasında ayrım yapmaz ama o üç çocuktan biri hastalanınca ona ayrı bir önem verir. Şu an Mescid-i Aksâ işgal altında, yaralı bir konumda. Burayı ayrı bir şekilde sevmemiz, buraya ayrı bir önem vermemiz gerekmektedir” Haklıydı Mescid-i Aksâ’ya ayrı bir önem vermemiz gerektiği konusunda çok haklıydı.
Mescid-i Aksâ’ya her girişimizde pasaportumuzu çantamızı kontrol ediyorlardı. Mescidimize girip girmeyeceğimize onlar karar veriyordu, onların insiyatifindeydi. İstemezlerse, izin vermezlerse giremezdik. Bu oldukça ağır bir durumdu. Ama oradaki kardeşlerimiz teslimiyet içindeler, onlara yapılan ambargoya karşı dirayetleri muazzam ve kendi Müslümanlığımı sorgulamama sebep oldu.
Mescid-i Aksâ’da herkes güler yüzlü, yaşlısından çocuğuna herkes çok mutlu. “Biz buradayız, mescidimizi boş bırakmayacağız.” diyorlar. Herkes ikramlarda bulunuyor. “Kızım sabah hava soğuk, al kahve iç al çay iç.” Hurma dağıtanlar, felafel dağıtan ablalar, simitlerini bizimle paylaşan çocuklar, kahvalatılarına bizi davet eden, “Gelin, beraber yiyelim kızım” diyen amcalar. İftarlarını bizimle açan, yemeklerini bizimle paylaşan murabıt teyzeler… Her köşesinde ayrı güler yüzle karşılandığımız canım mescidimiz.
Kudüs’te beni derinden etkileyen çok fazla şey oldu ama şu üç şeyden bahsedeceğim: Birincisi Halilü’r-Rahman Camii’nin durumu. Bu cami el-Halil kentinde bulunuyor. İçerisinde 4 peygamber ve 3 peygamber eşi bulunmakta. Bu peygamberler ve eşleri şunlar: Hz. İbrahim, Hz. Yakup, Hz. İshak, Hz. Yusuf , Hz. Sare, Hz. Refika, Hz. Lahika. Şu anda bu caminin yarısı sinagoga çevrilmiş durumda. Bu olay şöyle gerçekleşmiş: 25 Şubat 1994 tarihinde yerleşimci bir işgalci Yahudi cuma günü sabah namazında Halilü’r-Rahman Camii’ne gidiyor ve cemaati tarıyor. Bu saldırıda 29 kişi şehit oluyor, 125 kişi ise yaralanıyor. İsrail bu saldırıdan sonra Halilü’r-Rahman Camii’ni 9 ay boyunca kapatıyor. Açtıklarında ise Hz. Yakup, Hz.Lahika, Hz.Yusuf’un olduğu kısım sinagoga çevrilmiş bir vaziyette açılıyor. Ve her Hannukah bayramlarında bu camiye gelip hoparlör yerleştirip cami olan kısımda dans edip şarkı söylüyorlar. Lütfen Youtube’den bu görüntüleri izleyin. Dehşete düşmüştüm bunları duyduğumda hele oraya gidip canlı canlı şahit olmak bu duruma işgal askerlerinin biz caminin içindeyken içeri girmeleri postallarıyla kelimelerim yetmiyor durumun vahametini anlatmaya insaAllah özgür olduğu günleride göreceğiz.
İkincisi en etkilendiğim şey ise Kudüs’ün her yerinde ecdadımızın yaptırdığı bir hizmeti görmek. Saat kulesinden tutun, külliyelere kadar Beytü’l-Makdis’in hizmetinde çalışmış bu insanlar çabalamışlar. Hangi devlet gelirse gelsin, Emevîler, Memlükler; hepsi bir şeyler yapmış, hepsi bu kutsal beldenin hizmetine adamış kendini. Hepsinden Allah razı olsun. O eserleri tek tek görmek hepsini incelemek ufkumu genişletti kesinlikle.
Üçüncü en etkilendiğim şeylerden birisi ise Yahudi mahallesinden geçerken gördüğümüz menorahdı, yani 7 kollu şamdan. Bu şamdan Yahudilerin kutsal sembollerinden biridir. Nasıl bizim için hilal, Hristiyanlar için haç kutsalsa onlar için de menorah kutsal. Bu menorah Yahudi mahallesinin tam ortasında duruyor. Tamamen altından yapılma çocuklara aileleri ve öğretmenleri diyor ki bu 7 kollu şamdanı zamanı gelince siz koyacaksınız Süleyman mabedine. Bu örnek benim aklıma şunu getirdi. Hepimiz biliriz Nureddin Zengî’nin minber hikâyesini… Zamanında Nureddin Zengî, 1168 yılında Mescid-i Aksâ’ya konulması için bir minber yaptırır. Bu minber kündekarî tekniği ile yapılmıştır. Tam 19 sene sonra 1187 yılında Selehaddin Eyyûbî Kudüs’ü fetheder ve bu minberi de Mescid-i Aksâ’ya getirir. Nureddin Zengî’nin hayali gerçek olur. Şu anda da Yahudiler Süleyman mabedinin hayalini kuruyorlar ve bu uğurda gerçekten çok çalışıyorlar. Ben bir Müslüman olarak gerçekten çalışmadığımı, günlük dertlere kapılıp gittiğimi ve tabir-i câizse uyuyor olduğumu fark ettim. Güçlü ve özgür Kudüs’ün hayallerini kurmalı, bu uğurda elimden ne geliyorsa yapmam gerektiğini Kudüs’e gittiğimde daha iyi anladım. Çünkü burada ne kadar öğrensen de kendi gözlerinle görmeyince çok fazla anlamıyorsun ama gerçekler yüzüme tokat gibi çarptı. Bu arada bu minber 24 Ağustos 1969 günü Yahudiler tarafından ateşe verildi. Minber büyük hasar gördü. Şu anda o minberin sadece parçalarını görebiliyoruz.
Söylenir ki yangının olduğu gece işgalci İsrail’in başbakanı olan Golda Meir şunları söyledi: “O gece sabaha kadar korkudan uyuyamadım. Zannediyordum ki Müslümanlar dört bir taraftan İsrail’e girecekler. Lakin sabah oldu ve korkulan olmadı. İşte o zaman anladım ki; biz dilediğimizi yapabiliriz, zira Müslüman ümmeti uyuyan bir ümmettir.”
Uyuyan bir Müslüman olmamak için her gün daha fazla çabalıyorum, gayret ediyorum.
Kudüs’e gitmemize orada bulunmamıza vesile olan herkesten Allah razı olsun.
İnşallah Kudüs’ün özgür, Mescid-i Aksa’mızın özgür olduğu günleri de göreceğiz.